Günün Dizisi: Fleabag | "4. duvar ancak bu kadar güzel yıkılabilirdi" Puanım: 9,8/10
- betulnhs
- 21 Oca 2024
- 8 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 29 Oca 2024
Dizi&film yorumları köşemize yakın zamanda izlediğim nefis bir mini diziyle başlamak istiyorum. Bu arada günün dizisi dediğime bakmayın, dizi 2016 yapımlı ve ben o sene 16 yaşında olduğum için zaten izlesem de şu anki kadar jeton düşmeyecekti. 23 yaşıma girince izlerim dedim.
Şaka bi yana, diziyi çok geç keşfettiğim ve izlemeye geç kaldığım için pişmanım.
Ama izleyince "oh be!" dedim.
Hani olur ya bir dizi veya film izleriz ve o an gerçeklikten tamamen uzaklaşırız, başka hayatlarda kendimizden bir şeyler bulmak isteriz ya da başka gözlerden hayata farklı bir şekilde nasıl bakılacağını deneyimleriz. İşte o 1 -2 saatlik süre içerisinde kendi gerçekliğimizden uzaklaşmak bize çok cazibeli gelir. Bu cazibeye kapılırken uyuşuruz, başka bir karakterin hayatına geçiş yaparız. Kendi karakterimiz veya hayatımızda iyi ya da kötü, kusurlu/kusursuz ne varsa o anda yok olur. Artık bir başkası olmuşuzdur çünkü.
Bu dizi bende tam olarak böyle bir uyuşturucu etki bıraktı işte! (Birçoğunuz için de öyle olacağını tahmin ediyorum).
Bütünüyle bir dizi analizi değil belki ama, bu başyapıtın cezbedici yanlarından bahsetmek ve kendimle asla bağdaştırmadığım, ama bazı yönleriyle ilginç bir şekilde bağlandığım başrolümüz Fleabag ile alakalı bazı yorumlarımı paylaşacağım.
Baştan belirteyim: Dizi çok hızlı bitiyor.
2 sezon ve toplam 12 bölümden oluşan bir mini diziden bahsediyoruz. Her bölümü aşağı yukarı 30 dk sürüyor. Diziyi izledikten sonra hayranlık duymaya başladığım, senarist ve başrol Phoebe Waller-Bridge, seyirciyi yormamak için o kadar büyük bir efor sarf etmiş olmalı ki, 2. kez izleme ihtiyacı hissetmemeniz mümkün değil.
Çok kısa bölümlere büyük detaylar sığdırıldığı için, sanki dizinin ilk dakikasından itibaren başrol karakterimizin hayat akışında yer alıyormuşuz da her şey zaten aşina olduğumuz bir sürecin parçasıymış gibi tuhaf bir ambiyansın içine giriyoruz. Bu havayı yaratmak için senaristimiz, başrolün karakterini mükemmel bir incelikte inşa etmiş. Daha sonrasında da kişiliğini şekillendiren diğer unsurlara birbirinden farklı aynalardan ışık tutmuş. PWB yapmış yapacağını diyelim... :)
Kısacık bir özet, başrolümüz Fleabag ve tema hakkında:
Londra'da küçük bir kafe işleterek hayata tutunmaya çalışan, ailesiyle yakın ama bir o kadar tuhaf bir birliktelik sürdüren, aşk hayatında pek (bence hiç) başarılı olamayan 30'lu yaşlarında bir kadın görüyoruz. Bu kadının hayat akışına birinci gözden şahit olmak zorundayız, çünkü başrolümüz sürekli kameranın objektifinden bizimle konuşuyor. Yani başka bir hayatı yaşıyormuşçasına izleyebildiğimiz bir akıştan bahsediyorum. Belki de dizinin en çekici yanı buydu...
Benin perspektifime göre başrolümüz Fleabag; sarkastik, içedönük ve sakin kişiliğiyle ön plana çıkıyor. Ancak sizler için daha objektif bir inceleme yapmam gerekirse; bazen bencil ve kaba, zaman zaman çok garip ve zalim, çoğu zaman ise anlamsız hatalar yapmasına rağmen fazla yargılayıcı olan bir kadın olduğu apaçık ortada.
Yani birden fazla tutarsız özelliği bir arada barındıran, enteresan bir tip. Öyle deli dolu biri de değil, gayet sakin bir genç kadın. O yüzden önce anlayamıyorsunuz nedir necidir. Daha çok öğrenmek, derinliklerini keşfetmek için izlemeye bir şekilde devam ediyorsunuz. İşin en keyifli yanı da sürekli onu anlamaya çalışmak oluyor. Empati yapıyoruz bilmeden. (Her ne kadar o bunu istemese de).
İşte benim karakterde en çok sevdiğim ve belki de kendimde de olmasını hedeflediğim bir özelliği bu oldu: Empati amacı gütmüyor.
Başına neler geliyor neler... Hiçbirinden bahsetmeden yalnızca şunu söyleyebilirim: Öyle ağır şeyler yaşıyor ki aslında, "Artık bi' dertlen, bi' bağır çağır da dök içini!" diyiveriyorsunuz izlerken. Başrolün sessizliği buradan bizi bile gerse de, kızımız kendini anlatmıyor, şikayet etmiyor, hayıflanmıyor. Bizi, onu anlamamıza mecbur bırakan transparan bir perde yaratıyor. Haliyle, en sarkastik mimik ve jestlerle sürekli kameraya bakan bir başrolün aynı zamanda hem kendisi, hem en yakın arkadaşı, hem de ondan oldukça uzak bir ilahi bakış açısı oluyoruz.
Böylece karakterin sadece seyirciye olan yakınlığına değil, yalnızlığıyla mücadelesinde en iyi arkadaşının yine kendisi olduğunu görüyoruz. Zira o kamerada bize bakmıyor, kendisiyle bir sohbet içerisinde. :)
Zıt temalar acayip keyifli bir parallelikte işlenmiş (din&cinsellik veya feminizm&ataerkillik gibi), gerçeklikler en yalın şekilde sunuluyor ve 4. duvarın transparanlığı ile karakterin hem seyirciye hem öze dönüş yolculuğuna şahitlik ediyoruz. Phoebe Waller-Bridge'in (namıdiğer Fleabag) kara mizah komedisini ve dramı kusursuz bir şekilde harmanlayışına şahit olunca "bu kadar tezat objeyi nasıl da ahenkli işlemiş bu kadın?" diye düşünürken buluyorsunuz kendinizi.
Bununla alakalı ödül töreninde de durmamış ve patlatmış espriyi...
“Geçmişte azgın kadınlardan korkulurdu şimdi ise onlara Emmy’ler veriliyor!”
Ha bu arada Fleabag yorumlamalarımda daha derinlere inmeden belirteyim, karakterin gerçek ismi bu değil. Dizide genel olarak the priest, stepmother, gibi isimlerle hitap ediliyor. Zaten burada anlıyoruz isimlere takılmamamız ve büyük resme odaklanmamız gerektiğini. Fakat yine de "ahlaksız, pasaklı,vb." gibi anlamları olan Fleabag kelimesi, karakterle ilgili bir ipucu da veriyor olabilir. PWB'nin bu konuyu doğrulayan bir yorumu da mevcut:
"Karakter için anında bir alt metin yaratacak bir şey istedim."
Çok katmanlı bir karakter inşa edilmiş, o yüzden ona karşı içimde ister istemez bir şefkat beslediğimi de itiraf etmeden geçmek istemiyorum. Ayrıca günümüze kadar metropolde cinselliği özgürce yaşayan kadınlar hakkında çekilen feminist dizilerden çok daha cesur ve özgün bulduğumu da ekleyeyim. Bunun sebebi, Fleabag kendinden de aslında o kadar da hoşlanmıyor. Yani şu malum "özgüvenli kadın olmak, bedeniyle barışık kadın olmak" gibi algıların daha da ötesine geçen bir karakter var karşımızda. Fleabag gibi sağı solu belli olmayan bir kadın, tabii ki de bağıra bağıra ben feministim demeyecekti. Üstü kapalı bir yaklaşımla bilinçlerimize yerleştiriveriyor feminist mesajları.
Feminizm ve Fleabag
"Yahu bu kadının feminizmle yakından uzaktan bir alakası yok ki?" sonucuna varmadan önce, bu konuyu farklı bir yönden ele almak çok isterim.
Feminist sinemanın başlamasından bu yana kadınların ekonomik özgürlüklerine, güçlü sosyal statülerine ve kendileriyle barışık bir şekilde yaşadıkları parlak hayatlarına şahit olduğumuz bir bakış açısına alışığız. Metropolde cinselliği özgürce yaşayan kadınların, her ne olursa olsun kendi ruhlarıyla ve bedenleriyle barışık ve bir şekilde mutlu olduğu o şahane klasik başyapıtlarla feminizme dair düşüncelerimiz şekillenip durdu.
Örneğin; New York'lu 4 kadının evlilik, arkadaşlık, seks, romantik ilişkiler ile mücadelesi üzerine yazılmış, perdeden taşan bir yol gösterici niteliğinde izlenen Sex and The City, kadınların her koşulda zaten kendilerine yeten varlıklar olduğunu kanıtlayan bir yapıttı. Oradaki başrol Carrie'yi (Sarah Jessica Parker)hatırlayın, en zor anlarda bile tek başımıza her şeyi halledebileceğimize inandırmıştı hepimizi:
“Bir başıma buraya oturdum ve bir kadeh şarap söyledim. Kitaplar, arkadaşlar, erkekler, hiçbir numara ve zırhım olmadan.” -Carey Bradshaw
Fakat feminizmin sinemada her zaman bu düzlemde sunulmadığı, tezatlıkların biçimlendirdiği eserlerin aslında daha feminist olduğunu düşünüyorum. Bir örnek verecek olursam, Pretty Woman bence Sex and The City'den çok daha cezbediciydi. Bir hayat kadınını canlandıran Julia Roberts'ın karakterinde barınan zıtlıkların, onu daha karizmatik kıldığına inanıyorum. Yani özgür ve güçlü kadın karizmatiktir, ama masum bir fahişe daha karizmatik olabilir.
Tıpkı Julia Roberts gibi, bizim Fleabag de bu zıtlıkları karakterinde barındıran bir kadın. Kendinden öyle pek de hoşlandığı söylenemez. Ekonomik özgürlüğü var, ama para işlerini bir türlü yoluna koyamadığını anlayabiliyoruz. Öyle sosyal statüsü iyi olan biri veya insanlar tarafından çok sevilen bir sosyal kelebek mi diye sorarsanız, hiç ama hiç değil. Baktığımızda bu hayatta kötü dediğimiz çoğu şeye bağımlılığı var.
Kusurlu biri yani.
Ama bu onu belki de çoğu kadın karakterden güçlü kılıyor. Yaptığı hatalar, başından geçen travmalar, izlediği yanlış yollar sizi kızdıracaktır izlerken eminim. Ama nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde beni en çok karaktere bağlayan şeyler bunlardı. Dedim ya, bir şekilde şefkat göstermek istiyorsunuz çünkü 4. duvarı kırıp kırıp ordan size bakıyo sanki.. Onu anlamanız için uzun cümleler kurmaması, ona karşı merhamet duymamız için yetiyor da artıyor.
(Bi de şeytan tüyü mü vardır nedir, insanın arkadaş olası da geliyo bi' yerde?)
İlişkiler; Claire ve Hot Priest!
2 sezonluk mini dizimizin ilk kısmını derinlik açısından oldukça yoğun, ikinci kısmını daha da yoğun buldum... İlk sezonda biz Fleabag'e odaklanıyoruz, fakat aile ilişkileriyle ilgili mükemmel detaylar da var.
Başrolümüzün kız kardeşi Claire ile beraber olan sahnelerde, birbirlerinden her ne kadar çok uzak gibi görünseler de aslında yalnızca birbirlerinden başka onları destekleyen ve yargılamadan dinleyen insan da yok gibi... Evet, aralarında sürekli bir çatışma var, ama ben bunun sebebinin aile içi travmalar olduğunu düşünmüyorum. Hatta bununla alakalı ufak bir teorim bile var:
Fleabag'in her zaman daha dürüst ve doğal olurken, Claire'in kendi ailesini kurmuş, başarılı bir iş kadını olarak hayatta her daim güçlü ve en kusursuz biçimde yaşamak gibi hedefler peşinde daha fazla mücadeleci olması kendi benliğinden uzaklaşmasına sebep olmuş. Claire'in bünyesinde meydana gelen engellenemez bir öfke olduğunu sezdim. Yani kendi kabuğunu kendi yaratmış, şimdi de onu kıramayan bir mükemmelliyetçi izliyoruz. Gayet normal buluyorum ve seni çok iyi anlıyorum Claire.
Ne olursa olsun izlerken en çok keyif aldığım sahneler Fleabag ve Claire'in yan yana olduğu anlar diyebilirim. Atışmalar çok derinleştirilmeden, ciddi ve sarkastik şekilde yansıtılıyor. İzlerken kahkahalar atacağınıza eminim. Bir de ikilinin gerçekten uyumlu bir oyunculuk sergilediğini düşünmeden de geçemiyorsunuz. (Daha öncesinde PWB ve Claire'e hayat veren Sian Clifford okuldan çok yakın arkadaşlarmış. Bu kadar ahenkli olmalarına şaşırmamak lazım).
Bi' de şu rahipten bahsedelim. (Belki de bazı izleyenler için dizinin en önemli olayı olabilir). 2. sezonda bir Hot Priest ile karşı karşıyayız. Bu bir aşk hikayesi değil gibi durmayabilir, ama aşkı bu kadar güçlü bir perspektifle ele alan bir dizi uzun zamandır izlememiştim. Yani kıymetli okurlar, PWB'nin de dediği gibi:
"This is a love story."
Bizim Fleabag 2. sezonda gidiyo katolik bi' papaza aşık oluyo...
Anlayacağınız 2. sezonda ortalık bayağı karışık. Fakat ondan bahsetmeden önce, biricik senarist ve başrolümüz PHB'nin işin dini&psikolojik boyutunda incelenmesi gereken derin kırılımların bize yalın bir halini sunarak çok akıllıca bir işe imza attığını belirtmek isterim. Kendisinin de konuyla alakalı çok hoşuma giden şöyle bir cümlesini paylaşayım:
“Dine ve dindar insanlara da başka her şeye baktığımız çarpık lensin ardından bakmamak ikiyüzlülük olur.”
Dizinin ikinci yarısı, inanç ve inançsızlığın, hayatlarını nasıl yaşamak istedikleri konusunda birbiriyle taban tabana zıt olan iki insanı birleştirdiği bir konseptte ilerliyor.
Fleabag tek gecelik ilişkilere dolu bir hayatı tercih eden bir kadın. The Priest ise cinsel dürtülerden ve evlilikten bile uzak durması gereken bir patikayı tırmanıyor.
Oysa ikisinin de ortak noktada buluştuğu nokta, hayatlarını devam ettirmeleri için arayıp da bir türlü bulamadıkları şeye duydukları yoğun inanç. Ha bir de, çok uyumlular. Her anlamda...
Hot Priest çok iyi bir dinleyici. Bir rahipten öte, iyi bir arkadaş oluyor bizimkine. Adam zaten bi' ara 4. duvarı kırıp bize bakıyor, tıpkı Fleabag gibi. Orada yüzünüzdeki gülümsemeyi ve şaşkınlığınızı durdurmanız imkansız hale gelince anlıyorsunuz bazı şeyleri...
Bu hayatta her zaman sizi anlayan, kendi özünüze dönmenizi sağlayan, 4. duvarınızı keşfeden ve kıran birileri olsun. :)
Rahiple yaşananlar oldukça duygulu ve derindi. Ayrıca dini motiflerin işlenmesi de enteresan bir güven duygusu uyandırdı bende. Neden bilmiyorum ama kabul edelim Hot Priest'in priest oluşu hepimize bir güven verdi. Modern dinin anlatımından kaynaklanan bir heves de olabilir benimkisi, ama özellikle dinin işlendiği sahnelerde sürüklendim ve çok etkilendim. Özellikle bizim kız banyoda İncil okurken yaşadığı şaşkınlığı tekrar tekrar başa sarıp izledim. Bir de şu kilisedeki tabloların düşme anları yok mu... Mest oldum diyebilirim. Bu sahneleri özellikle tekrar izleyip idrak edilmesini tavsiye ederim.
Yalnız Hot Priest'in hot oluşu da Fleabag'de bir şeyler uyandırmış olmalı ki, onu düşünmeden edemediği ve çok etkilendiği çok fazla an var. Bu sarkastik anlarda pek fazla gülmedim, ilginç bir şekilde çok hislendim. Fleabag'in ne istediğini fark ettiği anlardı çünkü. Hepimizin de bu hayatta ihtiyacı olan şey yani..
Puan ve kapanış!! :)
Şahane bir dizi. 9,8 puanı sonuna kadar hak eden bir başyapıt. Hem kahkahalar atıp hem de gözlerimden pıtır pıtır yaşlar döktüğüm ilginç anlar yaşamamı sağladı. Ortada ağlanacak veya gülünecek bir şey de yoktu aslında bakarsanız Hahahahahhhahah :)
Birazcık puan kırdım. O da sırf tam puan vererek serime başlamak istemediğim için... Her şeyi çok beğeniyorum zannetmeyin diye yani ;) ajldlsdjhflsjdh.
Diziyle alakalı bahsetmediğim karakterler ve değinmediğim detaylar var. Muhtemelen bu yazıyı okuduğumda da "keşke şunu da yazsaydım" diyeceğim. Fakat artık ben de kusurlu ve eksik biri olmaya çalışacağım. ldjlsjdhflsj (main character sendromu) Etkisinden çabucak kurtulmayı diliyorum, çünkü yakın zamanda bir daha izlemeyi düşünüyorum.
Fleabag'in kendini tanıma yolculuğunu ve bu yolda cesurluğunu sevdim. Sempatikliğini ve özgün mizacın karaktere kattığı derinliğe hayran kaldım. Bir de terapistle olan sahneyi 1 kez izlemeyin. Başa sarıp tekrar o nefis diyaloğu dinleyin derim:
T:"Do you really want to fuck the priest or do you want to fuck god?
F:Can you fuck god?
T:Oh, yes.
Comentarios