Beraber yürütülen yoğun bir üniversite ve iş hayatı, sevdiklerine zaman ayırabilme telaşı, zevklerini gerçekleştirebilmek için olmayan zamanı yaratma endişesi derken, daha yolun çok başında olduğum 23 yıllık kısa hayatımda, kendimi ait hisettiğim tüm şeylere adamaya geçen gün yolda yürürken karar verdim. Bu şeyler nelerdir; sinemadır, müziktir, edebiyattır, güzel bir yemektir, iyi bir iletişimdir, tüylerimi diken diken eden herhangi bir şeydir. Tarihteki çarpıcı bir gerçeklik, diller ve kültürleri, bir ideoloji, kapıldığım bir his, veya balıkların nasıl ayıklandığını izlediğim bir an da olabilir.
Yani ben birçok şeye ait hisseden, kendimi bir kalıba sığdıramayan, ama birçok kalıba girmeye hevesli bir genç olarak, bizi biz yapan ince zevklerin, duyguların ve yaşanmışlıkların unutulmaması ve sürdürülmesi gerektiği bilincine ekmek ve kaymak alırken ulaşmış bulunuyorum. O sebeple kendimi ait hissettiğim şeyleri artık kağıtlara karalıyıp atmaktan ya da zihnimde bir film kurgusu haline getirip kendi kendimi heyecanlandırmaktan vazgeçip bir şekilde kaydetme kararını aldım. Halihazırda işlerimi yoluna koymuşken, kendime bu iyiliği nihayet yaptığım için ileride mutlu olacağımı ve etrafımdakileri bu tatminle mutlu edeceğimi biliyorum.
Bu arada, yürümek derken bahsettiğim şey çok özel bir yürüyüş değildi. 3 hafta önce son iş yerimden E-ticaret girişimi hayaliyle ayrıldığımdan beri evden çalışmaya başladım. Malum, 3-4 yıldır okurken de çalıştığım dönemde bir "sabah 9 - akşam 6 insanı"na dönüşünce, bu tarz bir iş girişimiyle beraber daha az stresli ve akışta bir hayat beni afallattı. Bir sonraki günün telaşını öngörmeye çalışmadığım bir sabah, ekmek ve kaymak almak için evin biraz yukarısına yürüdüğümde yokuş gözüme biraz uzun geldi. Benim için normalde önemli değildir, hareket etmeyi çok severim, ama o an atıl bedenimin yürümeyi unutmuş olabilme ihtimali beni çok tuhaf hissettirdi. Şu an yürümeyi biraz romantize etmek zorundayım çünkü o an zihnimde her şey bir sembole dönüşüverdi: Yokuş, başlangıç ve bitişi belli olan hayatımızı ve yürüme eyleminin herkes için bir mecburi fiiil olması da hayatımızı bir şekilde yaşamamız gerektiğini betimliyordu sanki. Evde uzun süre havasız kaldığım için böyle bir an yaşamış olma ihtimalim çok yüksek olsa da, "Bir yere varmak için yapılan bu basit hareketin amacı nedir?" "Neden yürüyoruz veya insanlar eskiden daha fazla yürüyorlardı?" gibi sorular aklımda yol boyunca döndü durdu. Evet, teknolojinin ilerlemesi, iş hayatının kısıtlamaları veya yeni dünyada iletişimin değişmesi gibi majör etkenler var, ama bahsettiğim şey bu değil tam olarak.
Yürümeden hiçbir yere fiilen ulaşamayız gibi nesnel bir boyutta da değil anlatmaya çalıştığım şey. Ben o ekmekle kaymağı alana kadar çıktığım kısa yokuştaki yürüyüşümden sonra yazmak için harekete geçebildim. Nasıl bilmiyorum ama bana içimden bir ses, "Betül, her şeyi yaz. Bildiğin, sevdiğin, biriktirdiğin, ileride tekrar bakmak istediğin ne varsa, öyle her zamanki gibi sağa sola dağınık ve karmaşık yazıp bırakma. Biriktir, çünkü sen bu yola aitsin." diyince kesinlikle yazmaya karar verdim. Yine de hala o gün evde çok havasız kaldığımı düşünüyorum...
Evet, maalesef bende çok ilginç bir ana karakter sendromu var. Bundan daha sonra uzunca bahsedeceğim ama kısaca geçeyim: Fakültenin 3. yılında Michel De Certau'nun "The Practice of Everyday Life" kitabındaki "The Walking in The City" yazısını okuyunca çok etkilenip bir süre boyunca yoldaki yürüyüşümü bile anlamlandırmaya başlamıştım mesela. Yazı, New York'ta yürüme eylemini birbirine tamamen karşıt olan iki pencereden bir dilemma şeklinde sunuyordu. Birincisi Dünya Ticaret Merkezi'nden şehrin etkileyici imajının bir yansıması iken, diğer bakış açısı daha samimi ve daha doğrusu tanrısal olmayan bir sokak görünümüydü. Bu yazıyı okuyup Certau'nun fikirlerine aşina olmaya başladıktan sonra, kendi yaşadığım şehre de hem ilahi bir perspektifle hem de daha aciz olarak nitelendirilebilen boyutta olan insanın penceresiyle bakmaya çalıştığım 1-2 aylık tuhaf bir dönem oldu. O sırada esnaf amcalar birbirine bağırırken ben yürüyüşüm ile alanları anlamlandırdığıma, şehre yeni bir hikaye kattığıma filan inanıyordum anlayacağınız.
Bir dönem de, Kant'ın Prusya'da gayet istikrarlı, hatta takıntılı bir şekilde kendini yürümeye adadığını öğrendim. Örneğin Nietzsche de, zihnindeki filizlenen fikirlerin arasında körpüler inşa etmek için dere tepe yürümüş. Tıpkı bunların benzeri olarak yürümenin tarihi; hac yürüyüşleri, politik yolculuklar, bir arayış ve amaç uğruna yapılan yürüyüşler ve farklı dönemlere ait birçok okuma denk gelmişti. Genel bir ortalama almak gerekirse yazarların, filozofların ve sanatçıların yürüme aracılığıyla ilham edindikleri, ham fikirleri işledikleri ve kavramsal süreçleri yapılandırdıkları gibi çok bariz bir çıkarım mevcut. Ayrıca Montaigne'nin "Oturunca düşüncelerim uykuya dalar." ifadesi de benim ekmek ve kaymak almaya giderken uyanan düşüncelerimi gayet özetleyerek açıklıyor gibi.
Yalnız, yürümek benim için bir spor olmadı. Zihnimi boşaltmaya yardım ettiğini söylesem de bu büyük bir yalan olur. Ben en çok yürürken düşünüyorum. Sanki uyumadan önce yarattığım düşünce yumağı, yürüyünce çözülmeye başlıyor. İşleri planladığımız bir ajanda gibi, fikirleri ve hisleri organize eden bir yardımcı. Bunu bir yürüyüş farkındalığına sahip olmadan yapmak mümkün değil gibi görünebilir; şehir hareketli bir yer. Kimi zaman çok iyi bildiğimiz sokaklarda aşina olunan sesler, kimi zaman yabancı pencerelerdeki tanınmamış simalar. Ben de bu farkındalığa yeni vardım. Yürürken başka hayatlara şahit olmak, kendi kabuğumdan çıkıp bilmediğim bir kalabalığın arasında kendimi güvende hissetmeme yardımcıymış, bense bunu yeni yeni hissediyorum. Belki de büyüdükçe derinleşmekle alakalıdır, ama o esnada en önemli hislerimi, fikirlerimi, isteklerimi dinleyebildiğim boş bir odada gibi yalnız hissetmekten de hoşlanıyorum artık. Çok yüzeysel şeyleri derinleştirmek değil belki ama, kalabalıkta yürümek bana en ufak bir detayı bile çok güzelleştiren taze duygu ve fikir pırıltılarını zihnime ekiyor. O anda bir binanın yaşanmışlığını, beraber kahve içen çiftlerin öngörülemeyen geleceklerini, rüzgarın yönüne göre saçlarımın o an nasıl şekilleneceğini tahmin etmek gibi ufak şeyleri güzelleştirmeye yarayan şeyler yürürken oluyor. Bir yere oturup bu gözlemleri yapmak daha somut kırılımları beraberinde getirirken, yürürken tüm nöronlarımın arasında güzel ilişkiler inşa ediliyor. Basit şeylere özel anlamlar yüklemeyi seven bir Betül diyerek de yüzeyselleştirerek özetleyebilirim bu kısmı.
Bu farkındalık turundan sonraki gün, akşamüstü sahilde planlı bir yürüyüş yapmak istedim. Güzergahın başından ve sonundan emin olduğum, ritmimi kendim belirlediğim ve en önemlisi zihnimdekileri tam anlamıyla planlayabilmek amacıyla yaptığım bir yürüyüş olacaktı. Hiç öyle olmadı. Günün sonunda kendimi çok zinde, istikrarlı ve başarılı hissetsem de, bu ilhamın hiçbir zaman planlı bir şekilde gelmeyeceğini anladım. Mesela benim ihtiyacım olan Gurur ve Önyargı'da Elizabeth'i toplumsal normlardan ayırt eden nitelikte bir yürüyüş. Ahlat Ağacı'ndaki kalabalığın denklemden çıkarılsa da alt metinde derin bir anlamı barındıran türden bir yürüyüş de bana uyar. Önemli olan, ilhamın gelişinin plansız olduğu bir yürüyüş ile karşılaşabilmek. Ben ekmek ve kaymak almaya giderken yazılarımı paylaşmaya karar verdim. Yürüyüşü bir alışkanlık haline getirmeyi de düşünmüyorum. Her şeyi planlamak mümkün değil, ben de bunu bırakmaya erkenden karar verdiğim için sevinçliyim. Yine bir gün ekmek ve kaymak almaya giderken ilham patlaması yaşamak ümidiyle...
🤗